|
|
|
KAVGA KAVGA KAVGA |
|
|
|
emegin ve özgürlüğün için dövüş |
|
|
|
|
|
|
|
Toplumsal yapı ve ilişkilerde dönüşümün yönü -I |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Toplumsal yapı ve ilişkilerde dönüşümün yönü -I
Rize'de 1 km işsizler kuyruğu. Mülksüzleşme ve konum kaybı süreçleri, proletaryanın saflarını genişletiyor
Türkiye’de sessiz bir toplumsal deprem yaşanıyor. Geleneksel toplumsal yapı ve ilişkilerin çözülüşü hızlanıyor. Toplumsal sınıfların yapısı, bileşimi ve dağılımı değişiyor. Artık ne kırlar nüfusun, ne de tarım istihdamın ağırlık merkezini oluşturuyor. Küçük burjuvazi hem kırlarda hem de şehirlerde, karşıt sınıflara doğru çözülüyor. Mülksüzleşme ve konum kaybı süreçleri, proletaryanın saflarını genişletiyor, toplumsallaştırıyor. Ücretli emek-sermaye ilişkisi, tüm toplumsal ilişkilerin merkezine yerleşiyor. Sınıfsal uçlarda birikme süreci toplumsal yaşamın bütününde ve istisnasız her bir alanında daha bir belirginleşiyor.
Ücretsiz aile işçiliğinin çözülüşü
Küçük tarım üreticiliği başta olmak üzere geleneksel küçük üreticiliğin alameti farikası olan ücretsiz aile işçiliğinin çözülüşü son yıllarda büyük bir hız kazandı. 1991 yılında, 6 milyon 216 bin kişiyle toplam istihdam içinde yüzde 32.2′lik önemli bir yer tutan ücretsiz aile işçiliği, toplam istihdam içindeki payı düşmeye devam etmekle birlikte sayıca 1999 yılına kadar az çok sabitlenmiş bir seyir izledi. 1999 ve 2001 krizleri ve mali sermayenin tarımsal dönüşüm programlarının uygulamaya geçmesiyle birlikte, geleneksel ücretsiz aile işçiliğinde çözülme dramatik bir boyut kazandı. Ücretsiz aile işçilerinin sayısı, 2000 yılında 4 milyon 660 bin kişiye; 2006 yılında 3 milyon 266 bin kişiye, toplam işgücü içindeki payı ise yüzde 15′in altına düştü.
Bu toplumun geleneksel yapısı ve üretim ilişkilerindeki çözülüşün en yıkıcı, en sarsıcı çizgilerinden biridir. Daha 90′lı yılların başlarında, ücretli emekçilerin sayısı ücretsiz aile işçilerinin sayısından azdı. Geçen sürede, ücretli emekçilerin sayısı 2 kattan fazla artarken, ücretsiz aile işçilerinin sayısı yarıdan fazla düştü. Bu sürecin yeni bir hız kazandığı 2006 yılında, ücretlilerin sayısı 1 milyon 90 bin kişi artarken, tarımdan tam 998 bin kişi çözüldü. Tarımsal küçük üretimden kopan işgücünün yüzde 82’sinin ücretli emekçilere dönüştüğü hesaplanmaktadır. İşgücü bileşimi ücretli emek ilişkisi temelinde köklü biçimde farklılaşmaktadır.
Diğer dikkat çekici bir gösterge de, ücretsiz aile işçiliğinin alanı daraldıkça, bunun içindeki kadınların oranının yükselmesidir. Son yıllarda hızla daralan ücretsiz aile işçilerinin içerisindeki kadınların oranı yüzde 64′ten yüzde 71′e yükselmiştir. Bu da tarımsal ücretsiz aile işçiliğinden erkeklerin (erkek çocuk ve yaşlılar dahil) öncelikle çekildiği, küçük üretimin ayakta kalma çabasında kadın emeğine daha fazla yüklendiği anlamına geliyor. Ancak bu durum üretim ilişkilerindeki dönüşüm sürecinde, cinsler arası işbölümündeki farklılaşmayı ortadan kaldırmıyor. Nitekim 2001′den itibaren kadın işgücü içerisinde de ücretli emekçilerin oranı da ücretsiz aile işçilerinin oranını geçip arayı açmaya başlamıştır (2006 yılında yüzde 44.9′a yüzde 36.1). Erkek işgücü içerisinde giderek önemsizleşen ücretsiz aile işçileri oranı (yüzde 5.6) kadın işgücü içerisinde halen önemli düzeyde olmasına (yüzde 36.1) karşın, üretim ilişkileri içerisindeki kadın-erkek arasındaki işbölümü de, geleneksel tarım-sanayi ekseninden, hizmet-sanayi eksenine doğru kaymaktadır.
Tarımda küçük üreticilik ve ücretsiz aile işçiliği çözülürken, tarım işçilerin sayısının yavaş fakat istikrarlı biçimde artıyor olması da önemlidir. 2005 yılından itibaren ücretli, yevmiyeli tarım işçilerinin sayısı yarım milyon kişiyi geçmiştir. Daha gerçekçi tahminler ise geçici tarım işçileri sayısını 1.5 milyon kişi olarak vermektedir. Dikkat çekici bir gelişme de, zengin köylülerin ve orta boy çiftlik sahiplerinin de, getirisi azalan tarımdan çekilmeye yönelmesidir. 2001 krizinden itibaren, çiftlik sahiplerinin sayısında yüzde 30′luk keskin bir azalma yaşanmıştır. Burada da bir yanda mülksüzleşme diğer yanda tarımdan yaptığı birikimle sanayi-hizmet sektöründe kobi sahibi olmaya geçiş biçiminde ikili bir süreç yaşandığını tahmin etmek zor değildir. Nitekim, kırsal kesimde 90'lı yıllar boyunca istikrarlı biçimde yüzde 22 düzeyinde seyreden tarım-dışı faaliyetlerdeki istihdam oranı, 2001 yılından itibaren yükselişe geçmiş, 2006 yılında yüzde 33'e ulaşmıştır. Bu dönüşüm, önemli ölçüde, bizzat "kırsal" kesimde boy veren sanayi KOBİ'leri ve işçi istihdamına ilişkindir. Böylece tarımda da sınıfsal uçlarda birikme daha açık hale gelmektedir. Bir yanda büyük kapitalist çiftlik ve plantasyon sahipleri, diğer yanda yarı proleterleşen yoksul köylüler ve tarım işçileri… Tarımda da hızlı yaygınlaştıran fason-taşeron üretim zincirleri de bu değişen ilişkiler içinde yer almakta ve pekiştirmektedir.
Tarım dışı ücretsiz aile işçiliğine gelince, 80′li yıllardan itibaren özellikle pıtrak gibi çoğalan küçük tekstil-konfeksiyon atelyeleri biçiminde yaygınlaşmaya başladı, 90′ların ilk yarısında toplam istihdam içinde yüzde 4 gibi bir orana çıktı. 2001 krizi ve “Çin faktörü” gibi bir etkenlerle sınıra dayandı ve gerilemeye başladı. Özellikle son yıllarda, 3-9 kişilik küçük işyerlerinde ücretsiz aile işçiliğinde ve kendi işinde çalışmada azalış; ücretli işçi çalıştırmada artış son derece belirgindir. (Kuşkusuz ucuz emekgücü, “güven ve istikrar” faktörü olarak ve sınıf mücadelesini tamponlamak için aile, akrabalık, cemaat vb. ilişki ve ağlarının kullanılması ortadan kalkmamıştır; bu halen KOBİ’lerde sermaye birikiminin önemli veçhelerinden biridir, ancak meta ilişkileri ve işgücünün metalaşması bunlara da nüfuz etmekte ve kendine uyarlamaktadır. )
“Kendi hesabına çalışanlar” duraklıyor
Resmi istatistiklerin bu çok sorunlu ve bulanık kategorisi, “işinde, dükkanında, yazıhanesinde, imalathanesinde vb. yerlerde tek başına veya ücretsiz aile fertleri ile birlikte çalışan”ları işaret eder. Küçük esnaf ve sanatkarlar, serbest meslek sahipleri; kısaca şehirli geleneksel ve modern küçük burjuvazidir.
“Kendi hesabına çalışanlar”ın kentsel işgücü içindeki oranı, 90′ların ortalarına kadar belli bir düşüş göstermiş, sonrasında ise (kriz yıllarındaki ani düşüşler ve kısmi toparlanışlar ile) ne uzayan ne kısalan bir duraklama içine girmiştir. Kentsel işgücü içindeki oranı 1980′lerin sonlarındaki yüzde 19 düzeyinden son yıllarda yüzde 13-14 düzeyine inmiştir. Bu kesimin sayısal artış hızı da hem ücretli emekçilerin artış hızının çok gerisinde kalmakta, hem de giderek bir yavaşlama eğilimi göstermektedir. TESK’in “5 milyon üyesi olduğu” yolundaki kuru sıkı palavrasına karşın, gerçek üye sayısının her yıl biraz daha eriyerek 1. 8 milyonun altına indiğini, yerel esnaf kooperatiflerinin ve meslek odalarının üye sayılarında da 90′lı yılların sonlarından itibaren yüzde 30-yüzde 70 i bulan düşüşler olduğunu ayrıca belirtelim. Küçük dükkancıların sayısı son on yılda …. dan 1 milyon 112 bin kişiye inmiştir. . Ekonominin “canlı” göründüğü son yıllarda bile, kentsel küçük mülk sahiplerinden her yıl 300 bin civarında kişinin iflas ettiği (yüzde 20’sine yakını) bir o kadar yeni küçük işin kurulduğu, bu kesimde de yoğun bir sirkulasyonun yaşandığını göstermektedir.
Perakende ticaretteki pazar payı son 20 yılda yüzde 9′dan yüzde 35′e çıkan hiper marketlerin girdiği her yerde esnafın yaşama şansı kalmamaktadır. Büyük sermaye son 5 yılda hipermarketler ve alışveriş merkezlerine 1 milyar dolardan fazla yatırım yaparken, küçük esnaf açısından son iki yılda daha yığınsal kepenk kapatışlar başladı. Kendi küçük işyerine sahip hekim, avukat, mimar gibi serbest meslek sahiplerinin de, bu alanların her birindeki sermaye yoğunlaşmasının hızlanmasıyla, artık pek bir “serbest”liklerinin kalmadığını belirtelim. Küçük özel doktor muayehanelerinin yerini özel poliklinikler; küçük avukat yazıhanelerinin yerini kapitalist hukuk/avukatlık şirketleri, kendi arabasında dolmuşçuluk, taksicilik yapanların yerini özel otobüs, dolmuş, taksi şirketleri almaktadır. Böylelikle yüksek vasıflı serbest meslekler içerisinde de, kapitalistleşme ile ücretli emekçileşme ayrımlaşması kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştır.
Enformel istihdam içinde önemli bir yer tutan gezici esnaflık ve işportacılık alanında da 2001 krizinden sonra ciddi bir dönüşüm yaşanmıştır. En başta işsiz kalan lise ve üniversite mezunları işportacılık alanına yığınsal olarak (2001 yılında en az 100 bin kişi) girmeleri, işportacılığın kendi içinde katmanlaşmayı, hatta bir tür sınıf ayrışmasını derinleştirmiştir. Son yıllarda bu konuda yapılan saha araştırmaları, lise ve üniversite mezunu işportacıların hem işportaya ucuz mal veren KOBİ'ler ve esnaflarla, ve tabii zabıtayla "daha iyi piyasa ilişkileri" kurduklarını, hem de daha alt düzeydeki işportacıları kendine bağımlı kılacak "patronaj ilişkileri" geliştirdiklerini göstermektedir. Birincilerin aylık gelirleri 2-3 milyar lirayı bulurken, ikincilerin asgari ücret ve altı düzeyindedir. İkincisi gezici esnafın önemli bir bölümü "bağımsız çalışma" olanaklarını kaybetmiş, iç pazardaki daralmayla birlikte daha yoğun olarak bu alana giren KOBİ burjuvazine taşeronlaşmış, burjuvazinin bir tür parça başı ücretli "gezici satış elamanı" durumuna gelmeye başlamıştır. Üçüncüsü, en azından büyük şehir merkezlerinde simitçi, poğçacı vb benzeri gezici esnafın alanı bu alanlarda ücretli emekçi çalıştıran kapitalist şirket zincirleri (simit saray vb.) tarafından daraltılmaya başlanmıştır.
Kendi işinde çalışanların, istatistiklere yeterince yansımayan çözülmesini, ücretli emekçilerin muazzam sayısal artışının bileşimine bakarak daha iyi saptayabiliriz. Ücretli emekçilerin sayısındaki büyük artışların (1988-2005 arasında 4 milyon kişilik artış) bileşiminde, ilk sırayı alan sınai istihdam artışının hemen ardından ve küçük farklarla, “ilmi ve teknik elemanlari serbest meslek sahipleri ve bunlarla ilgili meslekler”, “ticaret ve satış personeli”, “hizmet işlerinde çalışanlar” gruplarından ücretlilerin sayısal artışı gelmektedir. Bu üç gruptaki ücretlilerin yığınsal artışının yanısıra, her birinin kendi içinde ücretlilerin hızlı oransal yükselişi, diğer taraftan her üç gruptaki işverenlerin de belirgin sayısal artışı, “kendi işinde çalışanlar”ın iki karşıt sınıfa doğru çözülme sürecinin güvenilir bir göstergesidir.
Ev kadınları, öğrenciler, emekliler
İstatistiklerde “işgücü dışı” görünen, 3 dev toplumsal kategorideki değişim yönüne de kısaca değinelim. Bunlar son yıllardaki hızlanan artış oranları ile ev kadınları, öğrenciler ve emeklilerdir. 1988-2006 yılları arasında, ev kadınlarının sayısı 8 milyon 860 binden 14 milyon kişiye, çalışma yaşındaki öğrencilerin sayısı 1.5 milyondan 4 milyon kişiye, emeklilerin sayısı ise ...dan 7 milyon kişiye çıkmıştır. İlk elde her üç kategorideki artış hızları ücretli çalışan emekçilerin artış hızından yüksek görünmektedir! Ne var ki bu dev kategorilerin toptan “işgücü dışı” ilan edilmesi, “işgücüne katılım oranı”nı, dolayısıyla ücretli emekçilerin sayısını ve toplam istihdam içindeki oranını (ve yanısıra işsizliği) gerçek düzeyinin çok altında göstermektedir. Oysa her üç kategori içerisinde de ücretli işçilerin sayısı ve oranı hızlanan bir yükseliş içerisindedir.
Kadınlar içindeki çalışanların oranı, tarımdan kentlere, üst sınıflardan alt sınıflara gidildikçe istatistiklerde keskin bir düşüş göstermektedir. Aynı düşüş yaş yükseldikçe ve eğitim düzeyi düştükçe de kendisini göstermektedir. Bunun başlıca nedeni tarımsal ücretsiz aile işçiliğinden çözülen kadınların kentlerde “ev kadınlığı” kategorisinin saflarını olağanüstü şişiriyor görünmesidir. Nitekim kadınlar arasında çalışanların oranı, tarımda yüzde 49'tan kentlerde yüzde 12'ye iniyor, ev kadınlarının oranı ise tarımda yüzde 44'ten kentlerde yüzde 66'ya çıkıyor görünmektedir. Bunda belli bir gerçeklik payı da yok değildir; emekçi kadınların, işsizliğin ilk kurbanları olması, çocuk sahibi olan kadınların işten çekilmek zorunda bırakılması, gebeliğin işten çıkarma nedenleri arasında ilk sıralarda yer alması, kadınlara nisbeten “korunaklı” iş koşulları sunan kamu sektörünün çözülmesi, en sonu geleneksel kültür ve önyargıların gücünü koruması, kentlerde kadınları çalışmaktan alıkoyan başlıca etkenlerdir.
Buna karşın yoksulluk birikimi, “ev kadını” görünümü altındaki kadınlar arasında çalışanların oranını hızla yükseltmektedir. İstatistiklerde halen “ev kadını” olarak geçmekle birlikte, enformal sektörde, evde parça başı iş biçiminde, gündelikçi işlerde çalışan kadınların sayısında tam bir patlama vardır. Bu konuda doğru dürüst bir istatistik olmamakla birlikte, çeşitli örneklem ve araştırmalar, yüzde 80-90'ının kadın olduğu evde çalışanların sayısının 2 milyon 500 bin kişiden az olmadığını ve hem sayı hem oran olarak hızla yükseldiğini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan orta ve alt orta sınıflardaki yığınsal proleterleşme sürecinin en çarpıcı göstergelerinden biri, kadınların ücretli çalışma oranındaki sıçramalı artışlardır (özellikle “pembe yakalı” denilen büro işçiliği ve hizmet sektörü,vb.) Nitekim burjuvazi de Türkiye'de tarımsal küçük üretimin hızlanan çözülmesine karşın “ücretsiz aile işçiliği”nin bir nevi kılık değiştirmiş ve piyasa dışına çıkmış biçimi olarak aşırı şişen “ev kadını” oranını daha makul bir orana indirmek ve kadınları daha yığınsal olarak işgücü piyasasına çekmek için muazzam bir cevvaliyet içerisindedir. Üretim ilişkilerindeki bu büyük dönüşüm, ev kadınlarının sayısında ve oranındaki büyük şişme görünümüne karşın, çözülmekte olan eskimiş toplumsal ilişkiler içindeki toplumsal ve ideo-kültürel konum ve idealizasyonunu kökünden sarsmaktadır. (Örneğin kentsel dağılımın kendi içinde de, kasabalardan kentlere, kentlerden metropollere gidildikçe hem kadınlar içinde çalışanların hem de işgücü içinde kadınların oranındaki hızlı yükseliş gelişmenin yönünü göstermektedir.) Çeşitli araştırmalar, yalnızca üst sınıflardan kadınların değil, metrapollere doğru gidildikçe, alt orta ve emekçi sınıflardan yeni genç kadın kuşaklarının da artan ve ezici bir oranda (eskiden idealize edilen) ev kadınlığını boğucu bir cendere olarak gördüklerini, “çalışma özgürlüğü” için daha zorlayıcı bir savaşım verdiklerini göstermektedir. Buna emekçi ailer içinde boşanma oranlarının hızla yükselişini de eklemek gerekir! (Günümüzde giderek yakıcılaşan kadın sorunun önemli dinamik ve göstergeleri!) Sonuç olarak, geleneksel üretim ve işbölümü ilişkilerinin, kentlerde bir tür yeniden üretimi olan “geleneksel aile” ve “ev kadınlığı” modeli, görünüşteki “şişmesine” ve “yükselişine” karşın, aslında sarsılmakta, kadınların işgücü piyasasına daha yığınsal girmesinin perdelendiği ve uyarlanarak çatlatmaya başladığı bir “kabuk” haline gelmektedir. Tarımdan sonra en sarsıcı ve çatışmalı çözülme ve dönüşüm süreçlerinden biri bu alanda yaşanacaktır.
Öğrenciler açısından da durum çok farklı değildir. Nufusun kentlere yığılması, meslek-teknik lise sayısının artması, gecekondu üniversiteler, zorunlu eğitim süresinin 8 yıla çıkarılması (şimdi 10-12 yıla çıkarılması için düzenlemeler yapılıyor), emekçi çocukları için iş bulma şansının en az lise eğitimine bağlı hale gelmesi, burjuvazinin yoğun “eğitime çekme” kampanyaları, öğrencilerin sayısını hızla artırmaktadır. Bunun sonucunda öğrenci sayısında, nüfus artışının çok üzerinde bir artış yaşanmaktadır. 4 milyon kişiyi bulan (15 yaş ve üstü) öğrenciler içerisinde sayısal ve oransal olarak en hızlı artan mesleki/teknik okul öğrencileridir. Meslek/teknik lise öğrencilerinin sayısı 1 milyon kişiye ulaşmıştır. Ki, bilindiği gibi, bu öğrenci kesiminin büyüyen bölümü, staj adı altında dışarıda, “döner bütçeye katkı” adı altında okullarında çalıştırılmaktadır. Meslek teknik liseli öğrencilerin sayı ve oranındaki hızlanışla birlikte, işçi öğrencilerin oranı da yükselmektedir. Kaldı ki düz lise öğrencileri içinde geçici, part time olarak (hafta sonları, yazları vb.) çalışanların sayısındaki artış da bilinen bir gerçektir. 1 milyon yüksek öğretim öğrencisi içerisinde çalışanların oranı ise yüzde 19 gibi yüksek bir orana çıkmıştır. Bunlara çoğunluğu ücretli emekçi ve benzeri konumdaki açık öğretim öğrencileri de eklendiğinde, “işgücü dışı” sayılan 4 milyona yakın öğrencinin, 1-1.5 milyonluk bir bölümünün ücretli, geçici, kısmi zamanlı işçi konumunda çalıştığını görmek zor değildir. Tabii bu rakama, sayıları bundan az olmayan, ilk ve orta öğretimden çocuk işçi öğrenciler dahil değildir.
Emeklilerde ise durum çok daha belirgindir. Hem emeklilerin nüfusa oranı, hem de emekliler içinde başka bir işte çalışanların oranı yükselmektedir. 2000 yılında 5 milyon 400 bin emeklinin 3 milyonu, 2006 yılında 7 milyon 200 bin emeklinin 4 milyon 200 bini farklı işlerde çalışıyordu. Emekliler içindeki başka bir işte çalışanların oranı 2000 yılında yüzde 54'ten krizin etkisiyle 2003 yılında yüzde 50'ye düşmüş, ancak son yıllarda sıçramalı bir artışla yüzde 58'e kadar çıkmıştır. Kurulacak yeni hükümetle birlikte sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesi ve tasfiyesinden ilk vurgunu yiyecek kesimlerden biri de emekliler olacaktır. Zaten emeklilerin yarısından fazlasını çalışmak zorunda bırakan emekli, dul ve yetim maaşlarında büyük çaplı indirim, hem dul hem yetim maaşı alan kadınlardan geri ödeme istenmesi, çalışan emeklilerin sigorta prim kesintisinin maaşının 3'te birine çıkartılması gibi uygulamalar gündemdedir! Nüfusun yüzde 10 gibi önemli bir bölümünü oluşturan emeklilerin sayısındaki artış ise, mezarda emeklilik ve güvencesiz çalışma gibi nedenlerle 10 yıla kalmadan, yerini bu kesimin büyük çaplı tasfiyesine bırakacaktır. Bugün ise, emeklilerin hak ve maaşlarının hızlandırılan budanması, yalnızca milyonlarca emekliyi değil; emekli, dul ve yetim maaşlarının azımsanmayacak bir “desteği” olduğu milyonlarca emekçi ailesinin geçim koşullarındaki sarsıntıyı büyütecektir.
Bu üç büyük kategorideki gelişim yönü, proletaryanın toplumsallaşması ve genişlemesi, ve sınıfsal kutuplaşma süreçleri ile uyumludur.
İşsizlik ve sefaletin en dipteki tortusu
Nüfusun düşkün kesimlerindeki ve lümpen proletaryadaki genişleme
Marx bu kesimler için şunları söyler: “Nispi artı-nüfusun en dipteki tortusu, ensonu, sefalet alanında bulunur. Serseriler, suçlular, orospular, tek sözcükle 'tehlikeli' sınıflar dışında, bu toplum katı, üç kategoriyi kapsar, önce çalışabilecek durumda olanlar. Her bunalımda yoksulların saysının arttığını ve iş alanındaki her canlanma ile bunların da sayısının azaldığını görmek için İngiltere'deki yoksul istatistiklerine bir gözatmak yeterlidir. İkincisi, yetim ve öksüz çocuklarla fakir fukara çocuklarıdır. Bunlar yedek sanayi ordusunun adayları olup, örneğin 1860 gönenç dönemlerindeki gibi hızla ve çok sayıda faal emek ordusuna katılırlar. Üçüncüsü, ahlak düşkünleri, zavallılar, çalışamayacak durumda olanlar, işbölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun kalmış çaresizler, normal emekçi yaşını aşan kimseler, sayıları tehlikeli makineler madenler kimyasal işler ile artan sanayi kurbanları, sakatlar, sayrılılar, dullar. Yoksulluk, faal emek ordusunun hastanesi, yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Sefalet, nispi artı nüfusla birlikte ürer ve biri diğerinin zorunlu koşuludur; artı-nüfusun yanısıra yoksulluk, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu oluşturur. Bunlar, kapitalist üretimin olmazsa olmazı arasında yer alırsa da, sermaye, bunun büyük kısmını, kendi omuzundan kaldırıp, işçi sınıfı ile alt orta sınıfın omuzlarında yüklemenin yolunu çok iyi bilir.”(Kapital, Cilt-1, sf. 661)
Marks'ın çarpıcı değerlendirmesi günümüzde halen geçerliliğini korumaktadır, ancak günümüz kapitalizminin ekonomik canlılık dönemlerinin de “göreli” kalması, ekonomik canlılık dönemlerinde de gerçek ücretlerin düşmeye, küçük mülk ve statü sahiplerinin daralmaya, işsizlik ve yoksulluğun genişlemeye devam etmesi gibi çok ciddi bir farkla!
Türkiye'de 1999 ve 2001 krizleri, emekçiler nezdinde ağır bir toplumsal çöküntüye yol açtı. İşsizlik, yoksulluk ve adli suçlarda patlama devletin resmi rakamlarına bile yansıdı. Fak-Fuk-Fon olarak bilinen “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu”ndan yardım alanların sayısı 1997 yılında 2 milyon 350 bin kişi iken 2001 yılının ilk altı ayında 6 milyon kişiye çıktı. Yeşil kartlıların sayısı ikiye katlanarak 10 milyon kişiye çıktı. Aynı sürede aşevlerinden karnını doyurabilenlerin sayısı 10 katına çıktı. İşsizlik yüzde 40 arttı. Çalışabilir durumda olduğu halde umudunu yitirenlerin (iş aramaktan vazgeçenlerin) sayısı 90'ların ilk yarısındaki 200-300 bin kişi düzeyinden 1 milyon 200 bin kişi düzeyine sıçradı. Yardıma muhtaç hale gelenler, sokak çocukları, evsizler ve dilencilerin yanısıra, kapkaç, gasp ve hırsızlık, fuhuş, alkolikler, uyuşturucu müptalaları, bir bütün olarak lümpenleşme, mafya ve çetelerdeki patlama gündelik yaşamda da gözle görülür hale geldi.
Kapitalist toplumdaki işsizlik ve sefalet birikiminin en dipteki tortusu, “iş alanındaki canlanma”ya karşın sonraki yıllarda da daralmayıp genişlemesini sürdürdüğü gibi, özellikle 2005 yılından itibaren yeni bir sıçramalı gelişme içine girdi. Resmi istatistiklerdeki iki kategori bu açıdan özellikle çarpıcıdır. Birincisi, “çalışabilir durumda olup iş aramayanlar”dır. Büyük bölümünü gelecek umudunu tamamen yitirerek toplumsal yaşamdan çekilenlerin oluşturduğu bu kategori, 2005 yılında 2 milyon kişiye dayanmıştır! Bunlar Marks'ın “çalışabilir durumda olan yoksullar vd” olarak sınıflandırdığı kategoriye denk düşer. Ancak bunların artan bir bölümünün ekonomik canlılık döneminde bile “çok sayıda ve hızla faal emek ordusuna katılma” olanağını yitirdiği ve “işsizler ordusunun adayı” olmaktan bile çıktığı görülmektedir. (1998 yılında iş arayan işsizlerin sayısı 1 milyon 600 bin, iş aramayan işsizlerin sayısı 410 bin kişi, iş aramaktan vazgeçenlerin toplam işsizler içindeki oranı yüzde 20. 2006 yılında iş arayan işsizlerin sayısı 2 milyon 450 bin, iş aramayı bırakan işsiz sayısı 2 milyon kişi, iş aramayı bırakanların toplam işsizlere oranı yüzde 45! Bu 8 yıllık dönemde tarımsal istihdamda düşüş 9 milyondan 6 milyona, tam 3 milyon kişi!) sayısıİkincisi “çalışamaz halde” olanlar kategorisidir. Marks'ın, “ ahlak düşkünleri, zavallılar, çalışamayacak durumda olanlar, işbölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun kalmış çaresizler, normal emekçi yaşını aşan kimseler, sayıları tehlikeli makineler madenler kimyasal işler ile artan sanayi kurbanları, sakatlar, sayrılılar, dullar.” olarak sınıflandırdığı kategoriye denk gelir. Türkiye'de bunların sayısı, 1988 yılında 1 milyon 350 bin kişiden; 2001 yılında 2 milyon 230 bin kişiye yükselmiş, 2004 yılından itibaren yeni bir sıçramalı genişlemeyle 2005 yılında 3 milyon 160 bin kişiye ulaşmıştır! Her iki kategorinin (gelecek ve geçim umudunu kaybedenler ile çalışamaz durumdakiler) toplamı, 2005 yılında 5 milyon kişi gibi muazzam bir büyüklüğe ulaşmaktadır. İşçi ve emekçilerde mücadele isteği ve umudu uyandırmak; emeğin korunması mücadelesini her düzeyde yoğunlaştırmak, yakıcı bir zorunluluktur.
Marks'ın “serseriler, suçlular, hayat kadınları” biçiminde sıraladığı lümpen kesimlerin genişlemesi konusunda, adli suç oranlarındaki artış bir fikir verebilir. 1984-2006 yılları arasında yüz bin kişiye düşen adli suç sayısı 320'den 1500'e çıkarak yaklaşık 5 kat arttı. Adli suçlar içerisinde hırsızlık ve ilişkili suçların oranı hızla yükselerek yüzde 80'e çıktı. Adli suçların artış oranına bakıldığında, 1984-98 arası 12 yılda yüzde 130, 1998-2006 arası 8 yılda yüzde 108, son bir yıl içinde ise yüzde 60 ile belirgin bir ivmelenme söz konusu. Hayat kadınları ve metreslerin, yine son yıllarda gözle görülür bir patlamanın yaşandığı eşcinsel hayat erkekleri ile birlikte saysısının yarım milyon kişiye yaklaştığı tahmin ediliyor. Türkiye 3.6 milyar olarak tahmin edilen “kadın ticareti piyasası” ile de, bu alanda ABD'den sonra ikinci sıraya kadar çıkmış durumda. Dev çaplı uyuşturucu ticareti ve başdöndürücü bir hızla yaygınlaşan, ilkokullara kadar inen uyuşturucu kullanımıyla bu alanda da yükselişini sürdürüyor. Orta okullara kadar inen suç ve zorbalık çetelerindeki patlamayı ise, her hangi bir istatistiğe ihtiyaç duymadan, her günkü medyadan izlemek olası.
Hepsi bir yana, neoliberal kapitalizm gelişme/geleneksel toplumsal yapıyı çözme düzeyi ve sermaye-sefalet kutuplaşmasının derinleşmesi ile adli suçların gelişme ve yapısal dönüşümü arasında dolaysız bir bağ var. Örneğin, adli suçlar içinde (hırsızlık, gasp, kap kaç gibi) özel mala yönelik olanların oranı İstanbul'da yüzde 80 düzeyine çıkarken, İzmir'de yüzde 65, Karadeniz ve Orta Anadolu kentlerinde yüzde 50, Doğu Anadolu'da yüzde 40'lara kadar iniyor. İkincisi, İstanbul'da son on yıldaki adli suç sayısında artış hızı ortalama yüzde 100 civarında iken, gecekondu ağırlıklı yoksul emekçi semtlerinde artış oranı yüzde 285'e çıkıyor! Bu büyük istatistik farkın bir bölümünün polisin emekçilerin adli suçlarına daha “yakın ilgi” göstermesinden kaynaklandığını düşünsek bile, asıl dinamiği, işsizlik, gelecek beklentisizliği, az çok himayeci geleneksel toplumsal dokunun çözülmesi, çeteleşme ve mutlak ve göreli sefalet birikimi ile sınıfsal kutuplaşmada yatıyor. Neden yalnızca genel olarak işsizlik ve yoksulluk değil? İşsizlik oranın ve yoksulluğun daha büyük olduğu bir çok ildeki adli ve mala karşı suç oranları, bir İstanbul'a oranla çok daha düşüktür. Çünkü metropollere doğru gidildikçe, yalnızca genel olarak işsizlik, yoksulluk ve geleceksizliğin değil, aynı zamanda çok daha göze batıcı hale gelen sermaye birikimi-sefalet birikimi/sefahat-sefalet/uçurumlaşan sınıfsal ayrım ve kutuplaşmanın taciz edici etkisi büyümektedir. Bu konuda son dönemde artan bilimum sosyolojik, psikolojik araştırmanın dikkat çekici sonuçlarından biri de, küçük çaplı denilebilecek (ve gücü en fazla orta sınıflara yeten ) hırsızlığı meslek haline getirmiş olan ve çocuklarını da buna yönlendirenlerin önemli bir bölümünün bunu hak olarak görmesidir. Engels'in vurguladığı gibi, bireysel hırsızlık ve suç, deklase hale gelen ya da proleterleşme sürecindeki emekçilerin kapitalizm ilk ve en ilkel tepki biçimlerinden biridir. (Diğerleri, durumu kendisinden birazcık iyi olan herkese düşmanlık ve bugün daha ziyade Asya ülkelerinde görülmeye başlayan makine kırıcılık vb.dir.) Ne var ki, bugün bireysel hırsızlık, gasp ve soygunculuk da büyük ölçüde tarihe karışmış, devlet bağlantılı organize mafya çetelerine dönüşmüştür. Dejenere emekçi çocukları da bunların ayakçısı ve tetikçilerine! (Kuşkusuz, emekçi ve sınıf altı kesimlerdeki hırsızlık ve suç artışları, burjuvazinin dev çaplı yağmacılık, dolandırıcılık, yolsuzluk, gasp ve asalaklık mekanizmalarının yanında kırıntı bile değildir. Fakat burjuvazi kendi eseri olan bu durumu da, gecekonduları, emekçi semtlerini ve bir bütün olarak emekçileri “karanlık ve tekinsiz guruh”, “suç yatağı” olarak damgalayarak orta sınıfları kendine yedeklemekte, emekçi semtleri daha sıkı bir polis kontrolü altına sokmakta ve kentsel dönüşüm saldırganlığında -gecekondu yıkımları, üst sınıfların şehir merkezi dışında kurulan yüksek güvenlikli lüks yerleşim birimleri vb.- kullanır.) |
|
|
|
|
|
|
|
|
işçinün günlüğü |
|
|
|
|
|
|
|
www.günebakandüsleri.blogcu.com |
|
|
|
|
|
|
www.alinteri.org
www.atilim.org
www.kizilbayrak.net
www.komunarca.org
www.halkingunlugu.org
www.iscikoylu.com
sosyalist basının siteleridir |
|
|
|
|
|
|
|
üretmek yaşamı |
|
|
|
|
|
|
www.üreti-yorum.org
üretmek gerekiyor yaşamı tüm alanlarıyla |
|
|
|
|
|
|
|
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm! |
|
|
|
|
|
|
www.ufukcizgisi.org
teoriyle pratiğin buluştuğu nokta ufkumuzun çizgisi |
|
|
|
|
|
|
|
geçlik gelecek ,gelecek sosyalizm |
|
|
|
|
|
|
Şentürk sonsuzluğa uğurlandı
HABER FOTOĞRAFLARI MALATYA (03.08.2007)- MLKP militanı Sefer Şentürk, dün memleketi Malatya'nın Akçadağ İlçesi'nin Kürecik'e bağlı Tataruşağı Köyü'nde ailesi, yoldaşları ve dostları tarafından sonsuzluğa uğurlandı.
Şentürk, 31 Temmuz günü Almanya'da, yakalandığı amansız hastalık sonucu yaşamını yitirmişti.
“Sefer Şentürk yoldaş ölümsüzdür/ ESP” pankartının açıldığı cenaze töreni saygı duruşu ile başladı. Konuşmalarda, Şentürk'ün izinden yürüneceği sözü verildi. 200 kişinin katıldığı törende, “Devrim şehitleri ölümsüzdür” sloganları atıldı.
Törene İstanbul ve Malatya ESP ile AvEG-Kon mesajlar gönderdi.
|
|
|
|
|